celal yıldız uzaktan eğitim bodrum haber katılım bankası kdv iadesi
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

“GÖRÜLMÜŞTÜR”: KENDİ “MEKTUBUNU” KARALAYARAK İYİ BİR FİLM OLABİLMENİN EŞİĞİNDEN DÖNÜLMÜŞTÜR

Arzu Arda Deger
"Perde büyülü bir dünyadır. Öyle bir gücü vardır ki, duyguları başka hiçbir sanat formunun yanına bile yaklaşamayacağı bir şekilde ortaya çıkarır" Stanley Kubrick

Ankara ve İstanbul Film Festivalleri’nde seyirciyle buluşan ve ödüller kazanan Serhat Karaaslan’ın ilk uzun metraj filmi “Görülmüştür” ü vizyona girdiği hafta izleme fırsatı bulabildim. Yılın epey konuşulan yapımlarından biri olunca da haliyle beklentim yüksekti. Pekiyi film bu beklentimi karşılayabildi mi, maalesef hayır.

Görülmüştür, fotoğrafta gördüğü bir kadını takıntı haline getiren Zakir (Berkay Ateş) ismindeki genç bir adamın hikayesini anlatıyor. Zakir, cezaevinde hükümlülere gelen mektupları okumakla görevli gardiyan memurdur. Her gelen mektup önce onun da dahil olduğu komisyonun kontrolünden geçer. Mektuplarda yazılanlar cezaevi protokolüne göre bir sorun teşkil etmediği takdirde sahibine ulaşabilir. Mektupları kontrol ettiği bir gün, mektubun birinden çıkan bir fotoğraf Zakir’in dikkatini çeker. Fotoğraf, Selma (Saadet Işıl Aksoy) adındaki genç ve güzel bir kadına aittir. Zakir, çok etkilendiği bu fotoğrafı çalar ve zamanla Selma’yı takıntı haline getirir.

Her bir filmin öncelikle açılış sahnesi ve sekansı tamamlayan akabindeki sahneleri sinematografi açısından çok mühimdir. Dahası perdeye yansıyan, gözümüzle gördüğümüz, kulağımızla işittiğimiz her bir detay, her diyalog, her söz öylesine değil, bilhassa filmin anafikrine, derdine, anlatmak ve vermek istediği mesaja giden yola ışık tutar ve seyircide filmin gidişatına dair bir fikir oluşturur. Bir film ilk 15-20 dakika içinde, en fazla yarım saatlik bir akıştan sonra,  size “ne olduğunu” vermelidir. Burada tasarruf elbette yönetmenindir, seyirciyi ters köşeye de yatırabilir. Önemli olan kendi içindeki bütünlüğünü korumasıdır.

İşte filmimizin böyle biçimsel bir sorunu var.

Siyasi mahkumlara müdahale sahnesiyle başlayan film, daha sonra bir sınıfta, şefleri ya da yetkili biri diye tanımlayabileceğimiz biri tarafından gardiyanlara “terörist mektubu nasıl okunmalıdır” eğitimi veren bir sahneyle devam ediyor. Bu ‘teröristlerin’ mektuplarının her bir cümlesinin tek tek okunmasının öneminin ve “vermek istedikleri şifreli mesajları bu ara cümlelere nasıl da sıkıştırdıklarının” anlatıldığı bir derse şahit oluyoruz. Öyle ki, detay planda o “sakıncalı” kelimelerin kalemle sağa sola karalama hareketiyle değil, yuvarlatılarak karalanmasının doğruluğuna ve bu şekilde, kağıt ışığa tutulsa bile okunmayacağı teknik bilgisine haiz oluyoruz. Filmin fragmanına da dahil olan bu sahnenin bir yerinde, ders veren yetkili kişiyi canlandıran ve konuk oyuncu olarak filme dahil olan Ercan Kesal’ın ağzından şu cümleyi duyuyoruz; “Bir de kendinizi yazılanlara kaptırıp, kendinizce ucuz kahramanlıklar yapmayın!” (Bunu duyan masum seyirci olarak ben, yönetmenin filmin çatısını bunun üzerine kuracağını düşünüyorum tam da o sırada.)  Zakir’in çalışma odasını paylaştığı biri kadın biri erkek iki meslektaşının politik mahkumlara ait olan mektuplarda kullandığı “konjonktür” ve “hak” kelimelerinin ne olduğu ve tartışıldığı bir sohbet başlıyor. Sohbet sonrasında da bu kelimelerin “sakıncalı” bulunup karalandığı anlar trajikomik bir sahne olarak bir yandan tebessüm ettirirken , diğer yandan, bana “Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olanların” hüküm verenler olduğunu yeniden hatırlatttığı için daha çok hüzünlü ve düşündürücü geliyor.

Buraya kadar her şey güzel. Zihnim hemen “Sanırım Zakir bu “tehlikeli” mektuplardan biri ile karşılaşacak, belki bu mektup tanıdığı birine ait çıkacak , vicdan meselesi yapacak, o kelimeleri karalayacak/ karalamayacak, bir “kahramanlık” yaparak başını belaya sokacak, belki o mahkum ile duygusal bir bağ kuracak” gibi gibi gidişatı tahmin etmeye yönelik fikirlerle doluyor. Ama hayır! Film, buraya kadar seyirciye izlettiğinin üzerini yuvarlatarak karalayıp bambaşka bir “mektup” yazıyor bize!

Baş karakterimiz Zakir ( Zakir: zikreden, tekkelerde ve devranlarda dua ve ilahi okuyan anlamlarında)  bir yandan da yazarlık kursuna gidiyor. Öğretmeninin verdiği bir ödeve hizmet etmesi maksadıyla bir gün mahkum mektuplarını kontrol ederken Selma’nın, mahkum eşinin ve kayınpederinin olduğu bir fotoğrafı görüyor ve bunu çalıyor. Bundan sonra da Selma kendisi için bir obsesyon haline bürünüyor. (Filmin tam bu kısmında Metin Erksan‘ın “Sevmek Zamanı” filmini anımsadım; çalıştığı evin duvarına asılı kadının fotoğrafına aşık olan boyacı Halil ile o suretin sahibi olan Meral ‘in hikayesine bir gönderme, saygı duruşu ya da özdeşlik kurma hali olabilir diye düşündüm)  Zakir’in görüş günü girişteki gardiyan kulübesinde Selma’yı gözetmesi, mahkum ve yakınlarının karşılıklı konuştuğu alanda bulunması, kendi varlığını Selma’ya ispatlama çabası,  aynı minibüse binmesi, hatta evinin olduğu sokağa gitmesi seyirciyi Zakir’le beraber heyecanlandırıp ,sürükleyen aksiyonlar olarak kendini izlettiriyor. Serhat Karaaslan bir yönetmen olarak bunu başarıyor, ancak  karakterin eylemlerini besleyen yaşanmışlıkları, karakter psikolojisini, alt metnini bize vermiyor. “Neden böyle yapıyor?” ya da “Bundan sonra ne olacak?” sorularımıza finalde de yanıt bulamadığımız gibi, bize tahmin etme imkani veren bir doneye de rastlayamıyoruz. Halbuki Zakir rolündeki Berkay Ateş, oyuncu olarak “al beni yoğur yoğurabildiğin kadar” diyen, ama heba edilen bir performansa sahip.

Zihnim cevabını bulamadığım sorularla kaynarken, ruhum da dapdar kadrajlarla daraldı zaman zaman. Hani filmi izlediğim Kadıköy Sineması’nın perde kalitesini bilmesem salonda bir “yamukluk” var diyeceğim, ama genel planların bazılarının kesik kafalı kadrajlarının beni rahatsız ettiğini söylemeden geçemeyeceğim. Zaten göz izlerken bunu hem algılıyor hem de gereken planı arıyor, ferahlamak istiyor. “Bağımsız sinema” adeti midir nedir, sinemacılarımızda alışkanlık haline gelmeye başladı bu dapdar kadrajlar. Koca sinema perdesinde kocaman kocaman kafalara bakıyoruz bazen, herhangi bir derinlik algısı vermediğinde de sakil duruyor bu ölçekler.

30. Ankara Uluslararası Film Festivali ‘nde En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ve SİYAD En İyi Film ödüllerine layık bulunan Görülmüştür, dün sahiplerini bulan 26.Adana Film Festivali Ödülleri’nde de En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Füsun Demirel) ödülünü aldı. Her ne kadar biçimsel ve teknik kusurları olsa da temel fikrini çok beğendiğim bir ‘ilk film’ olarak es geçilmemesini düşünüyorum. İzlenmesi gerekenler listenize muhakkak ekleyin ve sinemada Görülmüştür’ü görün. Şimdiden iyi seyirler…

Filmin fragmanı;

bu haftaki şarkımız;

 

arzuardadeger@gmail.com

 

 

 

YORUMLAR

Yorumu Cevapla [ Yoruma cevap yazmaktan vazgeç ]

  1. Gökhan Başkan dedi ki:

    Filmin konusu güzelmiş aslında. Dar kadraj konusunda bir şey söylemek istiyorum. Bu yöntem sanat filmlerinde öyle gelişi güzel kullanılmamalı. Genellikle filmlerin giriş kısmında eğer karakter ruhsal olarak bir darlık, sıkışmışlık hissediyorsa kullanmanın anlamı vardır. En güzel örneğini Midsommar filminde karakterin sıkışmışlığını karakteri bir aynaya hapsederek göstermişti.

    1. Arzu Arda Deger dedi ki:

      Gerçekten de yaratıcı, farklı ve üzerine çok şey çekilebilecek bir fikir! Dar ölçekler illaki filmin başlangıcında ya da ‘şu kısmında’ kullanılır diye bir kural yok; anlattığına hizmet etmeli, ancak üst üste gelen planlarda seyircide mekan ve derinlik algısını kestiğinde rahatsız vermeye başlıyor. Ayrıca TV’de değil sinema perdesinde izliyoruz, sanki yönetmenler bunu bilmiyormuş gibi, garip. Perdede kocaman kocaman kafalar! İzlemeni tavsiye ederim, son dönemlerde eli yüzü ,her şeye rağmen, yine de düzgün sayılabilecek yerli yapımlardan biri.